top of page

Zahirde Musa, Batında Firavun Olma Tehlikesi: İlkelerin İçsel Dönüşüm Yoluyla Hayata Tecellisinin Zarureti

  • Yazarın fotoğrafı: Yusuf Aydın TAŞTEKİN
    Yusuf Aydın TAŞTEKİN
  • 22 Oca
  • 4 dakikada okunur

İnsan, varlığının hakikatini kavrama gayesiyle bir arayışa koyulur; bu arayış, aklının tabii bir tezahürü ve insan olmanın kaçınılmaz bir gereğidir. İnsan, bu hakikat arayışında bir takım ilkelere tutunarak yol alır. Ancak, ilke ve değerlerin yalnızca kabul düzeyinde benimsenmesi, insanın ahlaki tekâmülü için kâfi değildir. Bir ilkenin, hakikat düzeyinde olmasa da harici düzeyde değer kazanması, onun insanın içsel dünyasında bir inkılâp meydana getirmesi ve bu dönüşümün hayatın her safhasında tezahür etmesiyle mümkündür. Aksi takdirde ilkeler, yalnızca zihnin derinliklerinde yankı bulan soyut fikirler olarak kalır ve ne bireyin içsel dünyasında ne de toplumsal düzlemde anlamlı bir dönüşüm meydana getirebilir.

Tarihte ve günümüzde pek çok örnek, ilkelerin yalnızca sözde benimsenmesiyle ortaya çıkan ahlaki ve içsel çelişkileri gözler önüne serer. Bu duruma çarpıcı bir örnek, İsrailoğulları’nın Hz. Musa’ya olan bağlılık iddialarına rağmen kendi içlerinde Firavun zihniyetini yaşatmaya devam etmeleridir. Hz. Musa’nın liderliğinde Mısır’dan çıkışları ve kendilerine zulmeden Firavun’un ordusundan kurtuluşları, Allah’ın onlar üzerindeki açık bir lütfu ve ilahi bir kurtuluş örneğiydi. Ancak onlar bu kurtuluşun hemen akabinde kendi içlerinde Allah’a olan bağlılıklarını bozarak Firavun döneminin ahlaki ve zihinsel yozlaşmasını başka şekillerde yeniden üretmeye başladılar. Altın buzağıya tapmaları, ilahi hakikatten uzaklaşıp dünyevi arzuların ve güç hırsının esiri olmalarının bir göstergesiydi. Bugün ise İsrail devleti, tarihin bu derin çelişkisini daha büyük bir trajediye dönüştürmüştür. Holokost sırasında yaşadıklarına benzer acıları sürekli dile getirirken, aynı zihniyetin bir yansımasını Filistin halkı üzerinde uygulamaktadırlar. İnsan haklarının çiğnenmesi, masum sivillerin katledilmesi, yerleşimlerin zorla gasp edilmesi ve toplumsal adaletin hiçe sayılması, İsrail’in Firavunvari zulüm politikalarını devam ettirdiğinin bir göstergesidir.

Netice itibariyle ilkelere bağlılığını iddia eden, ancak bu ilkeleri nefsi ve menfaatleri doğrultusunda araçsallaştıran bir insan, inançlarının zıddına hareket etmeye meyledebilir. Benzer şekilde, İslam’a radikal düzeyde karşı çıkan bir kişinin, Müslüman olduktan sonra aynı radikal yaklaşımı bu kez İslam adına sergilemesi, insanın içsel dünyasında gerçek bir ahlaki dönüşüm yaşamaksızın yalnızca biçimsel bir değişimle yetindiğini gösterir. Bu çelişkilerin temelinde, insanın nefsani arzularının ilkelere galip gelme eğilimi yatar. İlke, yalnızca zihne taşındığında ya da dille ifade edildiğinde, ahlak ve karakter üzerinde dönüştürücü bir tesir meydana getirmez. Bu dönüşüm, bireyin kendi iç dünyasında hesaplaşmaya girmesi ve nefsindeki Firavun’la mücadele etmesiyle gerçekleşir. Firavun, yalnızca tarihsel bir figür değil; insanın nefsinde saklı olan kibir, bencillik ve zulüm eğilimlerinin bir sembolüdür. Bu içsel mücadele verilmediğinde, bireyin ilkelere bağlılığı yüzeysel kalır ve bu durum hem bireysel hem de toplumsal düzeyde bir yozlaşmayı beraberinde getirir.

Kur’an-ı Kerim, insanın içsel çelişkilerine ve bu çelişkilerin doğurduğu ahlaki zaaflara işaret eder. Bakara Suresi’nde geçen, “Siz insanlara iyiliği emrederken kendinizi unutuyor musunuz?” (2:44) ayeti, bu hakikati nazara verir. İnsanların dilinde taşıdığı hakikatlerin kendi hayatında karşılık bulmaması, ahlaki bir zaafın tezahürüdür. Bu zaaf, bireyin kendisini hesaba çekmediği, nefsini terbiye etme mücadelesine girişmediği sürece derinleşir ve nihayetinde bireyi ilkelerine hakikat düzeyinde yabancılaştırır. Bu bağlamda, ilkeler ile ahlaki yapı arasında kurulan irtibat son derece önemlidir. İlke, insanın nefsinde kökleştiği takdirde onu bir ahlak timsali hâline getirir. Aksi takdirde bireyler yalnızca ilkeleri dile getiren, fakat onları hayata geçirmeyen birer maskeye bürünür. Hz. Peygamber’in; Müminin, kendisini sürekli hesaba çeken kimse olduğuna ilişkin ifadeleri, bu noktada rehber niteliğindedir. Hesaplaşma, bireyin hem kendi iç dünyasıyla hem de ilkelere olan sadakatiyle kurduğu ilişkinin merkezindedir.

Ne var ki bireyin bu mücadeleyi verirken karşılaştığı en büyük tehlike, ilkeyi şekilci bir anlayışa hapsetmesidir. Bu durum, geçmişte katı bir ideolojik tavır sergileyen bir kişinin, bu tavrını başka bir bağlamda sürdürmesiyle ortaya çıkar. Örneğin, otoriter bir eğilime sahip olan bir kimse, bu eğilimini dinî bir otorite kisvesi altında yeniden üretir ve ilkelerin özünü çarpıtarak onlara zarar verir. Bu hâl, bireyin ahlaki bir dönüşüm yaşamadan yalnızca bir biçim değişikliğine gitmesi neticesinde meydana gelir. Atalarımızın “Eşeğe altın semer vursan da eşek eşektir” sözü tam da bu hakikate işaret eden veciz bir ifadedir. Burada önemli olan semerin altındaki cevherin niteliğidir; dış görünüşte yapılan bir değişiklik, insanın özündeki ahlaki ve karakteristik yapıyı dönüştürmedikçe hakiki bir değişim sağlamaz. Elbise değişikliği, hakikatin yerini tutamaz; gerçek dönüşüm, insanın iç dünyasında başlayan ve hayatının tümüne sirayet eden derin bir ahlaki inkılapla mümkündür.

Toplumların yapısı da bireylerin bu dönüşüm sürecindeki başarı ya da başarısızlıklarıyla şekillenir. Eğer bireyler, ilke ve değerleri sadece birer söylem olarak taşır ve bu değerleri hayatlarında tatbik etmezse, bu durum toplumsal çürümenin zeminini hazırlar. İlkelerle eylemler arasındaki çelişki, zamanla toplumda bir kültür hâline gelir ve toplumsal yapının temel taşlarını sarsar. Bu noktada İslam’ın birey ve toplum arasında kurmaya çalıştığı denge anlayışı, bir kez daha kendini gösterir. Nitekim İslam, bireyden başlayarak topluma sirayet eden bir ahlaki düzenin inşasını hedefler.

O hâlde, bir ilkenin hakikatte anlam kazanması için onun insanın hem zihninde hem de kalbinde kök salması elzemdir. İnsan, iç dünyasında bir ahlaki inkılâp gerçekleştirmeden, inançlarının zıddına bir yol benimsemekten kaçamaz. Hakikat, ancak ilke ve karakter arasındaki bu uyumun neticesinde bir yaşam biçimine dönüşebilir. Bu uyum sağlanmadığında, bireylerin ve toplumların nefsani eğilimlere teslim olması kaçınılmazdır. Sonuç itibariyle ilkelere bağlılık iddiası, ancak bu bağlılığın hayatta tezahür ettiği ölçüde samimi bir anlam taşır. İnsan, sürekli bir iç hesaplaşma içinde olmalı, ilke ve değerlerini hayatına nakşetmek için bir gayret içerisinde bulunmalıdır. Bu, bireysel ve toplumsal tekâmülün vazgeçilmez şartıdır. Hakikat arayışı, yalnızca zihinsel bir faaliyet değil, aynı zamanda ahlaki bir mücadeledir ve bu mücadelede muvaffakiyet, bireyin nefsani zaaflarını ilkelere boyun eğdirdiği noktada başlar.

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


  • facebook
  • twitter
  • linkedin
  • instagram

©2019 by Âb-ı Hayât. Proudly created with Wix.com

bottom of page