top of page

TANIMLAMAZSAN TANIMLANIRSIN

  • Yazarın fotoğrafı: Yusuf Aydın TAŞTEKİN
    Yusuf Aydın TAŞTEKİN
  • 23 Kas 2019
  • 3 dakikada okunur

Güncelleme tarihi: 12 Tem 2022


İnsanlık tarihinin daha önce tecrübe etmediği köklü ve hızlı değişimlerin yaşandığı modern çağın içinde bulunmaktayız. Yaklaşık olarak 17. yüzyıldan itibaren süre gelen modernitenin bu köklü değişimleri nasıl yaptığı meselesi, kendi zihin dünyamızın farkındalığı ve yeniden inşası açısından hayati önem arz etmektedir. Kişi ya da toplumlar kendini tanımalı, tanımlamalı ve mevzisini belirlemelidir. Bu tanımlama işi kişinin kendisi tarafından yapılmadığı takdirde, egemen sınıf tarafından yapılır ki bu da beraberinde hegemonyayı getirir.

Modernizmle birlikte Tanrı koltuğuna oturtulan insan, evreni yeniden tanımlama çabası içerisine girdi. Bu tanımla ve anlama sürecinde tanrının ve dinin yeri yoktu. Bu projenin başını çeken pozitivizmin temel yöntemi doğa bilimleri gibi deneye dayalı kesin sonuçlar elde etmekti. Çünkü Fransız ihtilalinden sonra baş gösteren kaos durumu ve tanrı koltuğuna oturtulan insanın evrenle ilişkisini yeniden inşa ediş süreci, doğa bilimleri gibi genel geçer kuralları elde etme ihtiyacını beraberinde getirmişti. Auguste Comte’la başlayan bu sosyolojik süreç Batı toplumunun kendini konumlandırmasını az çok sağladı. Fakat bu süreç sadece kendini tanımlamayla kalmayıp diğer toplum ve medeniyetler karşısında kendi mevzisini belirleme ve egemen olma saiklerinden dolayı onları da tanımlama ve konumlandırma ihtiyacını hissettirdi.

Evren ve insanlık, Comte’un üç hal yasası çerçevesinde yeniden bir tanıma tabi tutuldu. Bu paradigma insanlık serüvenini ilkellikten başlayarak pozitif döneme doğru akan bir okumaya tabi tuttu. Tanrı ve din anlayışı ilkel toplumların ilkel inanışları olarak ifade edildi ve modernlik salt akıl ve deney perspektifinde ilerlemek olarak tanımlandı. Comte’un bu paradigması çerçevesinde teşekkül eden Sosyoloji, Antropoloji ve Arkeoloji gibi bilim dalları da mevcut boşluğu doldurma ve tanımlama işine koyuldular. Pozitivist paradigma çerçevesinde hareket eden ve insanı ele alan Antropoloji ile arkeolojik verilerden yola çıkarak birtakım verilerle insanlık ve toplumlar hakkında bilgi edinmeyi amaç edinen Arkeoloji, Comte’un üç hal yasasını temellendirme çabasından ibaretti.

Modern dünya, tarihi, belge ve kanıtlar çerçevesinde okumaya tabi tutar. Fakat bu okumanın ne kadar tarafsız ve kanıtlara dayalı olduğu da tartışma konusudur. Tarihi yazılı belge üzerinden okumayı en fazla MÖ yaklaşık 3500’lü yıllarda Sümerlerin yazıyı icat etmelerine kadar götürebiliriz. Bu yazılı belgelerin çok az ve çoğunun günümüze ulaşmamış olmasını da göz önünde bulundurmak gerekir. Bilim insanlarının yazı öncesi dönemleri kısıtlı bazı arkeolojik veriler ve yazı sonrası dönemi de az sayıdaki buluntular çerçevesinde varsayımlar üzerinden okumaya tabi tutması, aslında belirlenmiş bir paradigmayı temellendirme çabası içerisinde olduklarını gösterir.

Batı dünyası yaşanan bu gelişmelerle birlikte sanayi devrimiyle süregelen teknik araçlarla diğer toplumlar üzerinde tahakküm kurma yarışına girdi. Batının başlattığı bu sömürge politikası nihayete ermemiş, postkolonyalizm olarak da devam etmiştir. Batı postkolonyalist tahakkümünü nasıl sürdürüyor sorusunu ele alırken Antonio Gramsci’nin hegemonya kavramı ile Michel Foucault’nun iktidar-söylem kavramı üzerinde durmak gerekir. Gramsci’ye göre ekonomik egemenlik kültürel egemenlikle desteklendiğinde, egemen sınıfın kendi dünya görüşünü ve düşünce biçimini toplumdaki diğer insanlara kabul ettirmesi olarak tanımladığı rıza üretimi ortaya çıkar. Böylelikle mevcut tahakküme razı olan toplumlar üzerinde mutlak hegemonya sağlanmış olur. Bu kültürel egemenliği de söylem çerçevesinde ele alan Foucault’a göre egemenliği elinde bulunduran hakikat rejimleri kendi söylemleri çerçevesinde hakikat üretir. Dolayısıyla iktidarı elinde barındıran kesim, kendi paradigması çerçevesinde eşyayı bir söylem tasnifine tabi tutar ve kendince doğru yanlış konumlandırması yapar.

Edward Said de Oryantalizm adlı kitabında Batının yapmış olduğu doğu-batı ayrımını Foucault’un bu söylem kavramı üzerinden temellendirmektedir.

Bütün bu meselelerden kısaca bahsettikten sonra şunu söyleyebiliriz ki pozitivist paradigma çerçevesinde yeni bir kozmoloji ve Antropogoni tasavvuru ortaya koyan Batı, tanımlarsan hâkim olursun, düşüncesi çerçevesinde dünyayı ve toplumu yeni bir tanıma tabi tuttu. Sömürge faaliyetleriyle egemenlik kurduktan sonra, mutlak olarak hegemonyayı sağlamak amacıyla diğer toplumlara kendilerini tanımla fırsatı vermeyerek, kendi çizdikleri çerçeveye mahkûm bıraktılar. Oryantalizm’le birlikte Doğu-Batı ayrımı yaparak Doğu toplumları üzerindeki hegemonyayı sağlayan iki sacayağından biri olan kültürel egemenliği sağlamaya çalıştılar. İnsanlık tarihini kendi paradigma ve varsayımları üzerinden tanımladıkları gibi Batı dışındaki toplumların tarihini de kendi perspektifleri çerçevesinde tanımlamaya tabi tuttular. Bütün bu olanlardan bihaber olan Doğu (!) toplumları tanımlandıkları için kendilerini tanıyamamış ve mevcut iktidar rejimi olan Batıya mutlak razı olmuş kıvama gelmiştir.

Yapılması gereken şey, insanlık tarihi başta olmak üzere her toplumun kendini yeniden ele alması, tanıması ve tanımlamasıdır. Tanımazsan tanımlanırsın, tanımlandıkça sömürülmeye ve köleleşmeye mahkûm olursun.

Yusuf Aydın TAŞTEKİN


Comments


  • facebook
  • twitter
  • linkedin
  • instagram

©2019 by Âb-ı Hayât. Proudly created with Wix.com

bottom of page