top of page

İNANCIN VE İNANÇSIZLIĞIN MAHİYETİ VE SEBEPLERİ ÜZERİNE...

  • Yazarın fotoğrafı: Yusuf Aydın TAŞTEKİN
    Yusuf Aydın TAŞTEKİN
  • 2 Haz 2020
  • 9 dakikada okunur

Güncelleme tarihi: 4 Haz 2020



Akıllı bir varlık olması hasebiyle insan, iradesi olmaksızın içinde bulunduğu bu varlık âleminde bir anlam arayışına koyulur. Başta kendi varlığı olmak üzere, etrafında olup bitenler, doğumlar-ölümler vb. durumlar insanın zihninde temel iki soru oluşturur; “Niçin?” ve “Nasıl?”. Tarih boyunca bu soruların öyle ya da böyle insanların zihinlerinin bir kenarında olduğu ve bu sorular doğrultusunda birtakım açıklamalara gidildiği aşikârdır. Nitekim her akıllı insan, bu âlemin, kendisinin ve etrafında bulunan bu düzenin neden var olduğunu ne nasıl işlediğini merak eder. Bugün deney amaçlı birini bayıltıp kuyuya bıraktığımızda neden ve nasıl sorularıyla etrafı telaşla süzmemesi nasıl ki düşünülemez, aynı şekilde bu dünyaya adeta bırakılmış olan insanın aynı sorularla anlam arayışına koyulmaması elbette ki düşünülemez. Tarih boyunca insanlar ya ilahi-metafizik kökenli unsurlarla bu anlam boşluğunu doldurmuşlar ya da kendi beşerî-aklî verileriyle bu boşluğu doldurmaya çalışmışlardır. Birincisi dini ikincisi ise felsefeyi meydana getirmiştir. Dolayısıyla felsefe ve din insanın zihnini meşgul eden soruların cevabını vermeye çalışmıştır. Fakat tarih tecrübesine baktığımızda felsefe ve dinin yani ilahi ve beşeri unsurların iç içe olduğunu ve birbirlerinden beslendiğini görmekteyiz. Ve aynı şekilde tarih tecrübesine baktığımızda filozofların kahir ekseriyetinin tanrıyı, her ne kadar tanrı anlayışlarında farklılık olsa da, inkâr etmediğini görmekteyiz. Bir dini geleneğe mensup filozoflar, dini öğretilerin sınırlı verilerinin yanı sıra akli verilerle de bu âlemi anlamaya, anlamlandırmaya ve anlatmaya çalışmışlardır. Nitekim din, aşkınlığın sosyo-politik alanda vücut bulmuş hali ya da diğer bir deyişle teoriğin pratize edilmiş halidir. Dolayısıyla dine ve dini öğretilere sahip olan bir insanın felsefe yapması pekâla mümkünken, dini gelenekten uzak birinin felsefe yaparak tanrıya ulaşması da pekâla mümkündür.

İnsanın bir anlam arayışında olduğunu, bu anlam arayışına felsefe ve dinin cevap üretmeye çalıştığını, kökenleri itibariyle ilahi-beşeri şeklinde bir ayrıma sahip olsalar da amaçlarının aynı olduğunu ve tarih boyunca birbirinden beslendiklerini ifade ettik. Bu ön söze kısaca değindikten sonra “inanç mahiyetine” değineceğiz. Çünkü nice inandım diyenler inancın ne olduğunu tanımlayamazken nice felsefe ya da bilim yapanlar da inancı yalnızca dinlere hasretmektedirler.

İnanç, insanın kesinliğini deneyimleyemediği bir şeyin, kesinliğine kani olmasıdır. Yani aklın yol göstericiliğiyle aklın ve idrakin ötesinde olanın gerçekliğini savunmaktır. Dolayısıyla meta-fizik alan başta olmak üzere fiziki alanda dahi inancın rolü göz ardı edilemez. Çünkü insan sınırlı bir varlık olması hasebiyle sınırlı verilerle sınırsız olanın alanına dâhil olmak ister ve bu da inancı kaçınılmaz hale getirir. Bugün inanca alternatif olarak getirilen ve kesinliği vurgulanan deneyler dahi esasında inancı barındırır. Örneğin suyun kaynama noktasının yüz derece olduğu deneylerle sabit olduğu düşünülmekteydi. Fakat daha sonra deniz seviyesine ve dolayısıyla dış basınca göre suyun kaynama derecesinde azalma ya da artma olduğu saptanmıştır. Filozof Karl Popper’in yanlışlanabilirlik teorisi çerçevesinde bilimsel kuramları yanlışlamaya tabi tutması da bu olayı aydınlatmaktadır. Ona göre tümevarımsal bilginin kesinliği imkânsızdır. Çünkü bir kuramın tümevarımsal açıdan doğrulanması onun her zaman ve mekânda teste tabi tutulması gerekir ki bu da imkânsızdır. Dolayısıyla kesin olarak addettiğimiz deneysel veriler dahi aslında içinde bir kesinliği değil bir inancı barındırmaktadır. Çünkü sayılı verilerle yaptığımız sayılı deneyler neticesinde bir şeyin hakikat itibariyle deney sonucundaki gibi olduğunu düşünüyoruz. Fakat onun kesinlik hüviyetine sahip olması için her zaman ve mekânda deneye tabi tutulması ve istisnalara yer bırakmaması gerekir ki bu da imkânsızdır. Başta ifade ettiğimiz gibi sınırlı verilerle yaptığımız çıkarımlar bizi sınırın ötesindeki gerçekliğin inancına götürür.

İnsan fiziki şartlara tabi olmasından ötürü fizik ötesindeki gerçekliği tam manada idrak etmekten aciz bir varlıktır. Sadece metafizik anlamda değil fizik sahasında dahi bu acizlik söz konusudur. Bugüne kadar birçok fizik kuramının yanlışlanması da bunu göstermektedir. Kısacası tanrının gözünden ya da evrenin tepesinden gerçekliği gözlemleyemediğimiz sürece eksiğizdir. Bu eksiklikle iddia ettiğimiz her şey esasında içinde inancı barındırır. Dolayısıyla inanç olgusunu sadece dinlere hasretmek yanlış olacaktır. İnanç, sınırlı insanın sınırsız gerçekliğe dair bilgisini ifade etmekle insan hayatının her alanında söz konusudur.

Genel anlamda insanlık tarihinde öyle ya da böyle bir aşkınlığa inanılmış, insanın salt bir bedenden ibaret olmadığı düşünülmüştür. Mitolojilerden kadim dinlere, ilk çağ filozoflarından günümüze kadar, mahiyet ve hüviyetlerinde her ne kadar değişkenlik görülse de, bir tanrı ve ahlâk anlayışı hâkimdi. Tarihi verilere kaynaklık eden en eski medeniyetlere, topluluklara varıncaya kadar dahi insanların metafizik-aşkınlık fikrine sahip olduklarını görmekteyiz. Bugün en katı ateistlerin dahi zihinlerinin bir kenarında tanrı fikrinin olduğu ve her ne kadar karşı çıksalar da bunu belleklerinden silemedikleri aşikârdır. Dolayısıyla iddia ettikleri gibi gerçekten insan ürünü olan bir tanrı fikri nasıl olur da insanlık tarihi boyunca varlığını hep koruyabilir ve en ücra köşelerde ve en ilkel kabilelerde dahi yaygınlık kazanabilir?

İlk çağ filozoflarının arkhe arayışları esasında evrenin kökenin ne olduğuna dair bir arayıştan ibaretti. Mevcut evrenin bir başlangıcının olması gerektiği düşüncesinden hareketle yapılan bu arayış onları farklı arkhe düşüncelerine götürse de arkasında yatan derin bir felsefeyi miras olarak bırakmalarına sebep olmuştu: “evrenin bir başlangıcı olmalıydı”. Sokrates’le başlayan ve Platon’la devam edip Aristo’yla zirveye ulaşan metafizik felsefe de evrenin kökeni, işleyişi ve ahlâk gibi konularda nihai gerçekliğin bir arayışından başka bir şey değildi. Onlar mevcut görüngü-fenomen dünyasının ötesinde aşkın bir gerçekliğin olması gerektiğini düşünüyorlardı. Salt akılla hakikati elde etmeye çalışmalarına rağmen tanrı inancına sahiptiler. Çünkü mevcudatın vücut bulmasını sağlayacak aşkın bir varlık olması gerektiği kanaatindeydiler. Örneğin, Platon’un diyaloglarından hareketle Sokrates, ölümünden önce Kriton’a “sakın adadığım horozu kurban etmeyi unutma” demiştir. Aristoteles de benzeri vasiyetlerde bulunmuştur. Platon’un tanrı inancına sahip olduğu zaten tartışma konusu dahi değildir. Dolayısıyla felsefe mirasının kurucu unsurlarında bir başlangıç ve bir aşkınlık fikri vardır. Çin ve Hint düşünürlerinden Yunan’a, Yunan’dan İslâm medeniyetine ve Ortaçağ’ın sonuna kadar filozofların ve düşünürlerin kahir ekseriyeti bir tanrı inancına sahip olmuşlardır.

İnsanlar birkaç sebepten dolayı ateizm-tanrı tanımaz “inancını” benimseyebilirler. İnanç kelimesini tırnak içinde almamın sebebi ateizmin de bir inançtan öteye gidemediğini vurgulamak içindir. Çünkü aşkınlığın kabulü de inkârı da inançtan öteye gidemeyecektir. Tek fark herhangi bir inanca götürecek delillerin ağır basmasıdır.- Şimdi insanları ateizme götürecek birçok nedenden birincisi kişinin, ki bazı düşünürlerin düşünce serüveninde görmek mümkündür, mevcut olayları doğa içerisindeki sebep-sonuç ilişkisi içerisinde açıklayarak aşkınlığa varamamasıdır. Bu tarz düşünürlerin kuvvetli antitezlerle ikna edilmeleri pekâlâ mümkündür.

Diğer bir sebep içinde bulunduğu dini geleneğin olumsuz yönleridir. Din adamlarının hakikat tekelciliği, insan aklını meşgul eden dini dogmalar, brahman ve ruhban gibi dini geleneğin oluşturduğu sınıfsal farklıların beraberinde getirdiği zulüm, insanların dine karşı olumsuz bir tavır takınmalarına sebep olmuştur. Bunun en belirgin örneğini Hristiyanlıkta görmekteyiz. Hz. İsa’nın öğretilerinin Pavlus tarafından bambaşka bir hüviyete bürünmesinin ardından hızla yayılan Hristiyanlık, zamanla oluşturduğu ruhban sınıfının eliyle despotik bir din haline gelmiştir. Budizm örneğindeki kast sistemine benzer bir sınıfsal düzenle, toplumun alt tabakasının kilise eliyle köle durumuna düşmesi halkı kiliseye ve kilisenin şahsında dine karşı bir tavır takınmasına sebep olmuştur. İnsan aklının kabul edemeyeceği ve makul gerekçeler de sunulmamış; ilk günah, Mesih (enkarnasyon), çarmıh vb. Hristiyan dogmaları, zamanla insanları farklı arayışlara itmiştir. Kilisenin tavrı ve Pavlusçu Hristiyan geleneği, ilk başlarda bazı heretik akımlara sebep olmuş ve daha sonra dinlere tamamen mesafe koyan ve insan aklının özgürlüğü olarak tanımlanan aydınlanmaya sebep olmuştur. Nitekim öyle de olmuştur. Çünkü kutsal kitaplar başta olmak üzere halk tabanını ilimden uzak tutup köle statüsünde tutmak için elinden geleni yapan kilise, insan aklına ve özgür düşünceye gem vurmuştu. Reform, Aydınlanma ve izleyen süreçlerdeki farklı tepkiler Hristiyanlık dininin şahsında bütün dinlere karşı ortak tavrın sesi oldular. Mevcut zulüm ve dogmalara karşı haklı tepkiler, bütün dini yapılara topyekûn bir saldırıya doğru evrildi. Düşünürler, filozoflar ve siyasetçiler, Hristiyanlık dininin öğretilerini, kabullerini eleştirirken sadece Hristiyanlık dinini değil, “dinler” şeklinde genelleme yaparak Batı toplumunun dogmalarını bütün milletlerde ve geleneklerde varmış gibi göstermeye çalıştılar. Hâlbuki Hristiyanlığın ürettiği kutsal-profan ayrımı, akıl-din çatışması, felsefe-din çatışması ve ruhban sınıfı gibi temel tartışma konuları Hristiyan dinine has olup İslâm gibi bir dinin temel paradigmasıyla yakından uzaktan ilişkisi yoktur. Batı medeniyeti ve Hristiyan kültürü içerisinde yetişmiş aydınların ve filozofların bu tarz eleştirileri, hegemonya altındaki milletlerin halkı ve aydınları tarafından da benimsendi. Batı toplumuna has problemler, özellikle Müslüman toplumlarda onların problemleriymiş gibi telakki edildi. Kendi kökleriyle bağı koparılıp beynine format yiyen Müslüman toplumların kahir ekseriyeti, Pozitivizmin kabullerini, oryantalist söylemleri hiçbir elekten geçirmeyerek içselleştirdi. Böylelikle dinlerin, tanrı kavramının insan ürünü olduğu, dinlerin akıl dışı dogmalardan ibaret olduğu vb. inançlar yavaş yavaş benimsenmeye başlandı.

İnsanları ateizme götüren ve özellikle de modern dönemde çokça yaygın olan temel saiklerden biri de, bireylerin anarşist tutumlarıdır. Bu ruhsal tutum, ahlâkî, dinî ve hukukî hiçbir otoriteyi kabul edemeyip, lüksün ve konforun otoritesine boyun eğmeden ibarettir. Medya eliyle insanlığa sunulan standart yaşamın, insana bir yaşam biçimi sunan dinle çatışması pekâlâ mümkündür. Özellikle kendi geleneğinden bihaber ve medya eliyle oluşturulan popüler kültürle çokça hemhal olan genç kuşakta bu çatışmanın izlerini daha fazla görmek mümkündür. Aileden gelen dini düşünce ile içinde bulunduğu popüler yaşantı arasındaki çatışma çoğu zaman ne yazık ki dinin aleyhine sonuçlanabilmektedir. Giyim-kuşam, alkol, kadın-erkek ilişkileri ve daha nice konularda dinin net tavrı bireyler tarafından kabul edilememektedir. Dini emir ve buyruklarla karşı karşıya gelen ve bunların aksine bir yaşam süren bireyler, vicdani yükümlülüklerinden kurtulmaları adına tanrıyı inkâr etme girişiminde bulunabilmektedirler. Müslümanların siyasetten ekonomiye, medyadan sinema sektörüne kadar hemen hemen her alanda kendi inanç ve gelenekleri doğrultusunda bir yaşam standardı oluşturamamaları da bu durumun oluşmasına sebep olmaktadır.

İnsanlık tarihi boyunca tanrı ve dinin öyle ya da böyle farklı formlarda da olsa varlığını koruduğunu ifade etmiştik. Çünkü hür iradesi olmaksızın kendini bu dünyada bulan insanın, neden sorusuyla hesaplaşması gerekir. Sorgulamadan, hiçbir şey olmamış gibi hareket etmek insana değil hayvanlara has bir özelliktir. İnsan, akıllı bir varlık olması hasebiyle tefekkür eder, merak eder ve sorgular. Dolayısıyla sorulan soruların cevabı ve mevcut anlam boşluğu tanrı ve din sayesinde en güzel cevapları bulabilmekte ve anlam kazanabilmektedir. İnsanın ruhsal yönelimi, aşkın varlık fikri, muazzam bir düzen içerisinde hareket eden evren ve daha nice deliller insanın anlam dünyasının odağına tanrıyı koymaktadır. İnsanların tanrıya ve dine karşı olumsuz tavır takınmalarına sebep olan bazı nedenlerden kısaca bahsettikten sonra şimdi de bunların, tanrıyı inkâr etmede ve dinin aleyhine bir tavır takınmada yeterli sebepler olmadığına kısaca değinelim.

Evrenin ezeli bir maddeden tesadüfen varlığa gelmesini savunan materyalist tutum, bu muazzam işleyişin anlam dünyasına götürecek “niçin” sorusuna cevap verememektedir. Akılsız bir maddeden böylesi muazzam bir işleyişin nasıl meydana geldiği, akılsız bir varlıktan böylesi akıllı bir varlık olan insanın nasıl ve niçin vücut bulduğu vb. birçok soru onlar için hep bir muamma olarak kalmıştır. Bilim, bazı cevaplar üretmeye çalışsa da ürettiği cevapların, insanlığın çoğunu tatmin etmediği tanrı inancının yaygınlığından anlaşılabilmektedir. Nasıl sorusunun cevabının en mükemmel şekilde izah edilmesinin yanında niçin sorusuna cevap bulunamıyorsa problem çözülmüş olamaz. Nasıllığın yanı sıra niçin varız, “niçin bu âlem var”, “niçin yaşıyoruz” ve “niçin ölüyoruz” gibi ciltler dolusu sorunun cevabını tatmin eder derecede veremeyen hiçbir paradigma, dünya görüşü ya da inanç insanın anlam dünyasını inşa edemediği gibi yok olmaya da mahkumdur. Tanrı fikrinin bazı korkulardan hareketle icat edildiği, savunma içgüdüsünün bir neticesi olduğu kimilerince de inançlı halk üzerinde despotizm kurmak adına üst sınıf tarafından üretilen bir kavram ve anlamsız bir inanç olduğu savunulmaktadır. Fakat şöyle bir soru insan aklını kurcalamaz mı? Nasıl olur da salt maddeden teşekkül eden, evvelden beri fiziki şartlara tabi olan insan fiziğin ötesinde aşkın ve mükemmel bir varlık mefhumunu icat edebilir? Bu kavramı ilk icat eden insan ya da topluluk, nasıl olur da hiçbir haber edicinin haberi olmaksızın ya da fıtratında bulunmaksızın tanrı fikrine sahip olmuştur? Dolayısıyla materyalist zihniyetin, sayısı daha da çoğaltılabilecek bu soruların cevaplarını verebilmesi pek mümkün değildir. Sonuç olarak materyalist zihniyetin, insanlığın anlam dünyasını inşa edecek çapta olmadığı aşikârdır.

Son yüzyıllarda Batı’nın kendi iç hesaplaşması sonucunda dinlere karşı olumsuz tavrın tesirleri ne yazık ki Müslüman ülkelerde de görülmüştür. Batı emperyalizminin bir sonucu olarak ekonomik ve kültürel anlamda hegemonya altında kalan İslâm beldelerindeki bazı aydınlar, Batı’ya has kavramları ve tartışmaları Müslümanların gündemine oturttular. Yukarıda da kısaca değindiğimiz bazı tartışmalar, asli itibariyle Hristiyan kültürüne ve Batı toplumuna has tartışmalardır. Fakat kendi medeniyetinden bihaber düşünür ve siyasetçiler, İslâm dinini de aynı kefeye koyarak dinlerin terakkiye mani olduklarını, akıl ve bilimle çatıştıklarını iddia ettiler. İslâm’ın tarih boyunca bilimden sanata, siyasetten ekonomiye; Çin seddinden İspanya’ya kadar nasıl bir medeniyet oluşturduğunu unuttular. Medya, gazete ve ders kitaplarına varıncaya kadar Batı perspektifli din ve dünya tasavvuruyla büyüyen Müslüman bireylerin dinle ilişkisi aileden gelen kültürel düzlemden öteye geçememiştir. Bu tarz sebepler doğal olarak ateist inancının bireyler arasında yaygınlık kazanmasına sebep olmaktadır. Aynı şekilde dinin sunduğu yaşam biçiminin modern dünyanın insanı tarafından ilkel kabul edilmesi ve yapmak istediklerinin önünde bir engel olarak telakki edilmesi de insanları tanrı ve din tanımazlığa itmektedir. İnandığı tanrı ve dine rağmen kendi yaşam biçimini sürdürmek genel anlamda insanın vicdanını kurcalayan bir eylem biçimidir. Bir kamera tarafından gözetilen insanın, kamera karşısında rahat davranamaması sonucunda çözümü kamerayı kırmakta bulması gibi aşkın bir varlık tarafından her an gözetildiğini düşünmek de istediği yaşamı sürdürmek isteyen kimilerince de rahatsız bir durum olarak görülebilir. Bu kişiler de kamerayı kırma eylemine benzer şekilde tanrıyı inkâr ederek kendine sınırsız bir özgürlük alanı açıp bu durumdan kurtulmaya çalışırlar. Son zamanlardaki deizm tartışmaları da kişinin vicdanı ile popüler yaşam arasındaki tercihinin din aleyhine sonuçlanmasından öteye geçmemektedir. Dolayısıyla kendi konforu, arzularının sınırsızlığı gibi nedenlerden ötürü hakikatin önüne perde çekmek aklıselim insanların yapabileceği bir şey değildir.

İnancın mahiyetine, tanrıya ve dine karşı olumsuz tavrın sebeplerine ve bunların da aslında tutarlı sebepler olmadığına kısaca değindik. İnsanların bir anlam arayışında olduğuna ve bu anlam arayışına en güzel cevabı aşkın bir varlığın ve dinin verdiğini ifade ettik. Müslümanların medeniyet bilincinin artması, tarihi daha iyi okumaları ve kendi ilmi miraslarının derinliğini gün geçtikçe keşfetmeleri de insanlığın anlam dünyasının odağına Allah’ı ve dini oturtacağı aşikârdır. Çünkü hayatın tek amacını zevk ve eğlenceye bağlayan insanlar dahi zevk afyonunun sona ermesi soncunda zaman zaman zihni bunalımlara girebilmektedirler. Kişinin düştüğü anlam boşluğu er ya da geç onu bir arayışa sevk edecektir. Bu arayışın en tatminkar sonucu da her şeyi bir plan dahilinde yaratıp dizayn eden bir aşkın varlık inancından başka bir şey değildir.

Kommentarer


  • facebook
  • twitter
  • linkedin
  • instagram

©2019 by Âb-ı Hayât. Proudly created with Wix.com

bottom of page