Belki de yaşamak, ölmeden evvel mezarlıkta bir kez yürüyebilmektir.
- Yusuf Aydın TAŞTEKİN
- 24 May
- 2 dakikada okunur

Bugün mezarlıkta yürüyordum.
Sert toprağın, rüzgârda hışırdayan otların ve zamanın kendiyle konuşan sessizliğinin ortasındaydım.
İsimler, tarihler, dualar ve bazen sadece bir taş...
Her biri, bir hayatın susturulmuş cümlesi gibiydi.
Kimisi gençti, kimisi yaşlı.
Kimisinin taşı yeni kazınmıştı, kimisininki ise zamana yenilmiş, harfleri bile belirsizdi.
İşte tam da o anda, bir insan kalabalığının içinden geçiyor gibi hissettim kendimi.
Fakat bu kalabalık susuyordu.
Ne bir serzeniş, ne bir kahkaha...
Bir tek rüzgâr vardı konuşan,o da her şeyin üzerinden eşitçe esiyordu.
Durdum.
Bir annenin toprağı kucaklayışını düşündüm.
Belki hayattayken gecelerce uykusuz kalmıştı çocuğunun başında.
Belki pazardan dönerken elindeki sepetiyle eve yetişmeye çalışmış, elleri torbaların izini taşıyordu.
Belki bir ev almak istiyordu hâlâ...
Belki sadece biraz huzur...
Sonra genç bir kızın ismine takıldı gözüm.
Henüz dünyaya soramadığı sorular vardı belki.
Belki kendini hiç anlamadan, kimseye anlatamadan gitmişti.
Bir çocuğun mezarı vardı, üstünde küçük kelebeklerin, rüzgar gülünün olduğu...
Hayatın ne olduğunu çözemeden, ölümün ne demek olduğunu da hiç bilmeden...
Ve ben, mezar taşlarına bakarken kendime dönmeye başladım.
İçimdeki kaygılar, o bitmek bilmeyen endişeler,
kimseye söyleyemediğim korkular, birden yerini derin bir sükûnete bıraktı.
Sanki biri fısıldadı içime: “Hayat, hatırlayabildiğin kadar gerçek.”
Ne kadar da az hatırlıyoruz ölümü.
Sanki sadece başkalarının başına gelen bir hadise gibi...
Ölüm, hayatın en çarpıcı gerçeğiydi;
onu da, her gün uğranan bir manzara gibi geçiştirmeyi öğrendik.
Oysa rüyaların bir benzeri değil midir ölüm?
Alışılmışın dışına çıkaran, eşyayı elinden alan, kendinle baş başa bırakan...
Her gece başka bir âleme geçiyoruz rüyalarla.
Zaman başka işler, mekân çözülür, benlik yer değiştirir.
Bazen ölmüş biriyle konuşuruz, bazen uçurumlardan düşeriz,
bazen henüz olmayanı yaşarız.
Akıl durur, mantık susar.
Ama sabah olup da uyanınca, sanki hiçbir şey olmamış gibi davranırız.
Oysa rüya, ne büyük bir tecrübe!
Ve biz her gün bu mucizeyi yaşayarak taaccübümüzü yitiriyoruz.
Gözümüz alışıyor, kalbimiz donuklaşıyor.
Rüyayı bile sıradan gören bir insan, ölüm karşısında neden hayrete düşsün ki?
Hayret, kalbin uyanıklığıdır. Ve biz o uyanıklığı, her şeyin içini boşaltarak kaybettik.
Ölüm ne büyük hakikat oysaki.
Biz yaşamaya koşarken, o ardımızdan sakin adımlarla yürür.
Ne zaman ki dönüp bakarız, işte o zaman gerçekten yaşarız.
Çünkü ölüm, her şeyi eğri cetvelle ölçen zamanın bile doğruyu göstermek zorunda kaldığı tek hakikattir.
O gün mezarlıkta yürüyen ben, aynı adam olarak dönemedim.
Sanki bir nehirden geçtim.
Sözün, eşyanın, arzunun karşı kıyısında bir başka yalnızlık buldum: Adına “hakikatin yalnızlığı” dedim.
Ve kendime sordum. Bu kadar koşuşturmaca, bu kadar kaygı, bu kadar didinme...
Hepsi nereye sığacak? Bir mezar taşına mı?
Belki de yaşamak, ölmeden evvel mezarlıkta bir kez yürüyebilmektir.
Комментарии