AŞK’IN METAFİZİK[İ]
- Yusuf Aydın TAŞTEKİN
- 17 Şub 2022
- 4 dakikada okunur

Aşk; insan idrakinin ötesinde, aşkın varlıktan taşan dile gelmez bir hakikate sahiptir. İnsanlık tarihi boyunca niceleri bu aşkın hakikatin peşinde koşmuştur.
Bir beytinde Şeyhu’r-Reîs İbn Sînâ şöyle ifade etmektedir: “Çok yükseklerden süzülüp gelen gururlu ve nazlı bir güvercin sana kondu” [هبطت إليك من المحل الأرفع / ورقاء ذات تعزز و تمنع]. İbn Sînâ, bu beytinde, ilahi feyizle taşan ve insan bedenine ilişen nefsi kastetmişti esasında. Beden, yükseklerden süzülüp gelen gururlu ve nazlı bir güvercin misali aşkın olandan taşan ruhun kafeseydi ona göre. Özgürlük ancak kafesin kilidini kırarak güvercini özgür bırakmakla mümkündü. Benliğin maddi tarafından vazgeçilmediği sürece hakiki anlamda özgürlük elde edilemezdi.
Aşk da Şeyh’in beytindeki ruh gibi aşkın olan Bir’den taşan aşkın bir hakikate sahiptir. Aşkın olan bu hakikate ancak kafesinin kilidini kıranlar nail olabilirler. Kilit kırılıp söz konusu hakikatle hemhal olanlar, ancak hakikati müşahede edebilirler. Çünkü bu Aşk’ın hakikat[i] dile gelemeyecek bir aşkınlığa sahiptir. Bu hususa ilişkin benzer ifadeleri asırlar evvel yaşamış olan Eflâtun-ı İlâhî’den dinleyelim:
Platon, aşkın bir hakikat (alethiea) tasavvuruna sahipti. Ancak onun için hakikat, muhakeme faaliyetiyle yani mantıksal çıkarım yollarıyla elde edilebilecek ve dile gelebilecek bir şey değildi. Aksine tamamen tecrübi bir faaliyetti. Burada meşhur mağara istiaresini hatırlatmakta fayda var. Bu istiareye göre bir mağarada, yüzleri mağaranın iç tarafına dönük zincirli birkaç insan bulunmaktadır. Yüzleri duvara dönük bu insanlar (anthropos psuche), horaton (duyu dünyası) alanı içerisinde olduklarından dışardaki noeton (gözle görünmeyen dünya) alanını dolayısıyla aletheia’yı müşahede edememektedirler. Onlar ancak mağaranın dışındaki gerçekliğin duvara yansıyan misalleriyle muhatap olmaktadırlar. Platon’a göre insan esasında ulvi âlemden içinde bulunduğu bu süfli âleme düştüğünde bir amnezi (unutkanlık) hali yaşamıştır. İnsanın benliğini, özünü bilmekten yoksun kaldığı bu amnezi halinden kurtulması ancak tecrübi bir faaliyet olan philosophia faaliyetiyle mümkündür. Saklı olan hakikate (aletheia) giden yol da zaten insanın kendi benliğini, özünü hatırlamasıyla (anamnesis) mümkündür. Platon’a göre hakikat, duvara yansıyan misaller üzerinden muhakeme yapmakla varılabilecek bir şey değildir. Hakikat, ancak zincirlerden arınarak ve mağaradan çıkarak sahne değiştirmek suretiyle müşahede (theômenê) edilebilen bir şeydir. Hakikati temaşa etmek Platon’a göre seyirci koltuğunda oturmakla değil, sahneye çıkıp bizatihi oyunun içerisinde olmakla mümkündür. Prangalardan (doxa) arınma ve kalos’u (güzel) temaşa etme, sahneye çıkıp bilfiil tecrübe etme anlamına gelen katharsis (ruhsal arınma) ile mümkündür.
Anlaşılmıştır ki Eflâtun-ı İlâhî için hakikat, dile gelmeyen ve bilfiil tecrübe etmek suretiyle varılabilen bir şeydir. İnsanı prangalarından kurtaracak, kafesinin kilidini kıracak, özünü hatırlatacak ve asıl varlık alanına vardıracak olan şey, hakikatin kendisinden taşan ve insanı taştığı asla vardıracak olan Aşk’ın kendisidir.
Geleneğimizde nice âşıklar bu aşk deryasında varlıklarını kaybetmişlerdir. Hallâclar, Yunuslar, Mevlânâlar bunlardan yalnızca birkaçıdır. Kimileri bu uğurda kelle verdi kimisi avare ve deli olmakla yaftalandı. Aşk, öyle bir halet-i rûhiyedir ki dile gelmez, anlatılmaz olduğu gibi bütün bir benliği sarıp mecnun eder insanı. Şimdi de benliğini adeta kaybetmiş mecnun gibi etrafında dönen Mevlânâ’nın hikayesine bir göz atalım.
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin sema ayini herkesçe malum. Kollarını iki yana açıp sağ avucunu gökyüzüne sol avucunu ise yeryüzüne çevirerek etrafında dönmüştü Mevlânâ. Genel kanıya göre Hakk’tan alıp (sağ avuç) halka dağıtmak (sol avuç) şeklinde ifade edilen bu sema hareketini biz, asıl anlamı olarak düşündüğümüz farklı bir okumaya tabi tutacağız. Bunun için Meşşâî felsefenin sudur nazariyesine bir göz atmak gerekmektedir.
Suduru benimseyen Meşşâî felsefede Tanrı, mükemmel bir varlık olması hasebiyle kendisinden varlık taşar. Mükemmel olan hatta mükemmelin dahi üstünde (fevka’t-temâm) bulunan bir Tanrı’dan varlığın taşmaması söz konusu olamaz. Her yönden bir olan Tanrı’dan peyderpey kozmik akıllar, onlara bağlı olarak gök küreleri ve en nihayetinde ay altı olarak ifade edilen Dünya küresi varlığa gelir. Dünya küresinde de unsurlar, madenler, hayvanlar ve insanlar şeklinde tek tek varlıklar meydana gelir. Dolayısıyla yukarından aşağıya doğru dikey seviyede varlığa gelme durumu söz konusudur. Bunun yanında söz konusu felsefi gelenekte Tanrı, aşkın kaynağı olarak ifade edilir. Felsefî bir ifadeyle “gaye neden” olan Tanrı, esasında her şeyin gayesi, arzu duyduğu yegâne varlık olarak görülmektedir. Aristoteles’e göre bütün gök küreleri Tanrı’yı arzulamaktadır. Âdeta Tanrı’ya âşık olan gök küreleri, Tanrı’ya olan iştiyaklarından dolayı etrafında dönme hareketi sergilerler. Sudurcu filozoflar da buna benzer olarak, mükemmel bir varlık olan Tanrı’dan, kozmik akıllar vasıtasıyla peyderpey taşan gök kürelerinin hareketini Tanrı’ya duydukları aşktan, onu arzulamalarından kaynaklandığını ifade etmektedirler. Peki gök küreleri neden başka bir hareket türü değil de dönme hareketi sergiliyorlar? Çünkü bu filozoflara göre doğrusal ve döngüsel olmak üzere iki ayrı hareket türü bulunmaktadır. Doğrusal hareket, başlangıcı ve sonu olan dolayısıyla oluşa ve bozuluşa konu olan ay altı âleme (Dünya’ya) mahsus bir hareket türüdür. Döngüsel hareket ise oluş bozuluşa tabi olmayan ve ay üstü âleme yani gök kürelerine hususi olan bir hareket türüdür. Şimdi de Mevlânâ’nın sema hareketini, bu felsefî perspektif çerçevesinde yorumlayalım:
Mevlânâ’nın, bir elini yukarı kaldırıp diğerini aşağı indirmesi, yukarıda olan elinin avucunun yukarıyı aşağıdakinin de aşağıyı gösterecek şekilde konumlandırması, sudur anlayışına bir göndermedir. Bu hareketle en üstteki kozmik akıldan en altta bulunan insana değin Tanrı’dan taşma süreci anlatılmak istenmiştir. Etrafında dönmesi de en mükemmel olan Tanrı’dan taşan gök kürelerinin O’na duydukları aşktan dolayı etrafından dönmesine bir göndermedir. Özetle Mevlânâ’nın sema hareketi, İnsanın Tanrı’dan taşarak bu maddi âleme düşüşünü, ona duyduğu yoğun aşktan dolayı da etrafında dönüşünü simgelemektedir.
Tarih boyunca aşkı kendisine rehber edinmiş niceleri, hakikate varmanın en temel yöntemi olarak aşkı görmüşlerdir. Işk imiş her ne var Âlem’de , İlim bir kîl ü kâl imiş ancak diyen Fuzulî gibi niceleri gerçekliğin kendisine ilişkin insani idrakin rasyonel boyutuyla değil ancak nazar ve müşahede yoluyla aşkın rehberliğinde mümkün olabileceğini düşünmüştür.
Aşkın şarabın içmişem, dil gülşenine göçmüşem
Ben varlığımdan geçmişem, nam ü nişânı neylerem.
Aşkı tabîbim kılmışam, derdinde derman bulmuşam
Ben lübb-i hikmet bilmişem, Yunaniyânı neylerem….diyen Erzurumlu İbrahim Hakkı’ya göre hikmetin özü aşkın kendisidir. “Yunaniyan” olarak ifade ettiği felsefe-bilimle hakikatin kendisine varılamaz. Aşk şarabını içen, gönül bahçesine göçen, Aşkın Varlık’ı arzulayıp dertlenen, derdine derman olarak yalnızca aşkı bilen kişi ancak hakiki dermanı bulur ve umduğuna nail olur.
Yûsuf
Bir nevi akıl tutulması.